2 Ağustos 2007 Perşembe

SÜRGÜN...


Yorgundu; geçmişin ve gerçeklerin arasında nefes almaya, yaralarını sarmaya çalışıyordu. Denizin içine düşmüş ve nefes almak için ağzını açmaya korkuyordu. Ne kadar kalabalık ve ne kadar yalnız olduğunu tüm hücrelerinde hissediyordu. İçini acıtan gerçekleri mecburen ya da kader diyerek yine içine atıyordu. Gerçekleri kabullenmeye, üzerini örtmeye çalıştıkça da yaraları kanıyordu.

Yorgundu; korkuları, nefretleri, kinleri olduğu için yorgun ve öfkeliydi. Ama düzene ayak uyduruyordu. Yüreğini yaralayan, birbirine geçmiş derin çizgileri vardı… büyük bir suskunluk içinde derin derin düşüncelere dalıyordu. Sustukça çoğalıyor, çoğaldıkça depreşen ve beynini kemiren sorulara cevaplar arıyordu.

Varoluşunun, ama buna karşı elinden bir şey gelmeyen yılların verdiği hiçliğinin acısıyla yorgundu… evlenirken hangi hayalse kurduğu, hangi hayalse uğruna yıllarını verdiği, hangi sevgiyse henüz tadını bile keşfedemediği, artık içten içe başlamıştı.

Biriktirdiği ataerkil kültürün baskıları sonucu evet dediği rüya; bugün için sona ermişti…artık kendi başına çırılçıplak ve tamamıyla savunmasızdı. Hayatında hiç bir şeyi değiştir(e)meden geçirdiği bunca yılın, iç bunaltan birikimi ile bocalarken kesişti yolları gerçek sevgiyle. Uzun süredir, devam eden evliliğinin, gün be gün tükendiğini hissetmiş, tek düzeliği ile devam eden yaşantının akışında boğulmuş mutsuz bir insandı…

O bütün bu acıları iç dünyasında yaşarken, dış görünüşünde gayet mutlu bir evliliği var, görüntüsünü topluma karşı daha da berraklaştırmaya çalışıyordu. Ama koşulları kendi bile kontrol edemiyordu.

Bir yanda eşini, çocuklarını kaybetmemek, ama beri yanda da yeni bir sevda ile kendini, kadınlığını yeniden keşfetmek istiyordu… zaman ilerliyor ve ilerledikçe de masum yalanlara başvuruyordu. Kaybetmemek için… gerçeklerle yüzleşmekten kaçtığı için… kötü bir insan olarak görünmemek için masum yalanlara başvuruyordu.

Sevilmekten, sürgün edilmekten korktuğu duvarlarını yıkamadığı için… ne için, kim için? Yaşamak isteğini bilmediği için… geceleri çarpan yüreğinin sesinin duyulmasından korkuyordu… Geceleri yıldızsız, uykusuz ve gözyaşı dolu, nemli yastığına sarılarak avutuyordu kendini.

Yeni bir ten, yeni bir soluk arıyordu… ama ne bunu söylemeye, ne de istemeye cesaret edemiyordu. Bazen de bunları istemenin hakkı olmadığını, aşkın kendine yasak olduğunu düşünerek kendini suçluyordu. Bir yandan da garip bir ikilem içerisinde süre gelen hayatında yeni bir kıpırtı başlamıştı. Uyanmıştı yüreği…

Gün geçtikçe hırpalanan bir evlilik, birbirini yaralayan ve umursamayan bir ilişkiler toplamına dönüşmüştü. Kendine bile o masum yalanlardan söylemeye başlamıştı. Cennet ve cehennemi aynı anda yaşıyordu. Herkes kendini saklamak için çeşitli roller oynuyordu. Yaşadığı hayat oyuna dönmüş, samimiyetten uzak, yapmacık ve olması gereken mantığında bir ilişki sürdürüyordu sanki…

Düşünüyordu…

Öpülerek, günaydın diyerek uyandırılmayalı ne kadar zaman olmuştu. Taptaze kır çiçekleri almayalı… Bu gün ne yapalım, nereye gidelim diye sormayalı… bütün buna benzer eksiklikleri düşündükçe suskunluğu artıyordu. Bir an önce aşık olmak istiyor, aşk içinde yok olmak istiyordu…. yıllardır düşlerinde canlandırdığı aşk farkında olmadan kapısını çalıyordu.

Çok istemesine rağmen, “kim o” demeye cesareti var mıydı?
Geçen ve yaşanmamış sayılan bu yılların acısını bir başka yürekte, bir başka tende dindirebilirdi. Fakat toplumun kendine dayattığı, olgunlaşmış yuvayı yapan dişi kuş motifine ters düşmez miydi? Bir yanda yüreğini kasıp kavuran tutku dolu arzular…yeni bir fethin coşkusu… sevilme isteği… bir yandan da sıradan davranış kalıplarına sıkışmış, karmaşık duyguların içini doldurduğu ruhsal patlamalar yaşıyordu…

Yıllardır aradıklarının aslında kaçışları olduğunun bilinciyle kımıldayamıyordu. Gün geçtikçe gözlerinin ışığı azalıyor, suskunluğu artıyor, gözyaşlarına boğuluyor ve mutluyum yalanını sürdürmeye devam ediyordu. Ah ederek, az kaldı diyerek yeminler ediyor ama bir türlüde gerekli adımı atacak cesareti gösteremiyordu. Her şeyin bir zamanı vardı… ama zaman özlemi dindirmiyordu.

Kimin umurundaydı nerede olduğu, ne hissettiği, duygularını kim önemsiyordu ki… O böyle bir yaşam sürdürüp giderken kimse bugüne kadar onun yüreğine dokunamamıştı. Bir zamanlar neşe dolu, hayallerinin tüketilmediği, okşandığı, sevildiği anları gözlerinin önüne getirmek istedi… ama öyle çokta mutlu günü yoktu anımsanacak… İstese de geçmişi, o günleri geri getiremezdi.

Sabahın alacakaranlıktan sıyrılmasına yakın, doğruldu yatağından, balkona doğru yöneldi… Uyuyamamıştı bütün bir gece… nefes alamıyordu sanki, acılar, geçmişi sanki boğazına düğümlenmişti. Yüzüne doğru süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle siliyordu ama aslında hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Bütün içindeki ağırlığı boşaltana kadar ağlamak istiyordu. Rahatlıkla yaslanıp ağlayacağı bir omuz, gözyaşlarını silecek başka bir el istiyordu. Güvenle tutabileceği, sıkı sıkı sarılacağı bir el arıyordu.

Kendince yalana dönüşmüş yaşantısında, ısrarla tekrar edilen sorular ve cevaplarla sonu gelmeyen bir oyundu sanki… dışarıda esen rüzgar tenine değdiğinde içini titretti. Dikkatini topladı. Bütün bu yaşananlara ne zaman?, nasıl? son vereceğini sordu kendine.

Zamanı geldiğinde dedi, derin bir ah çekerek. Olasılık dahilinde, daha zamanı var der gibi… Becerememekten korkuyordu. Sigarasını yaktı, derin bir nefes doldurdu içine, sonra aynı tempoda birkaç kez daha tekrarladı bu iç çekişlerini…

Hiç kimsenin bilmediği ulaşılması zor bir yere, yolculuğa çıksam bu ruh halinden kurtulabilir miyim? diye düşünüyordu. Hiç kimsenin arayıp sormadığı, telefonların çalmadığı, hesap vermelerin olmadığı, doğayla baş başa kalabileceği bir kaçış gerçekleştirebilse değişebilir miydi?

Duraksadı, lanetler yağdırdı geçmişine, kadın oluşuna içerledi, erkek olsaydı belki de çoktan alıp başını gitmişti. Elini, kolunu bağlayan içinde bulunduğu duruma sinirlendi. Yoksa ulaşılmaz hedeflerin peşinden mi koşuyordu…? Bunalıma girmemek içten bile değildi… bir kaç ilaç alıp unutmalı mıydı tüm bu istekleri…? İşe yaramaz korkağın biri olduğunu düşünüyordu. Kendinden mi kaçıyordu, gerçeklerden mi? Her şey gerçekten iyi olabilir miydi? Ya o adam…

Farklıydı evet, ona tutulmuştu… ama gitmeye cesareti yoktu. Korkuyordu, gerçekten sevilmekten korkuyordu…mutsuzluğa alıştığı için, mutlu olmaktan korkuyordu…

Ya doğru çıkarsa tüm beklentileri, hayatın bir yanında mutluluğun da olduğunu keşfederse… tüm bu kendini kandırmaların sonucunda gerçeğin acı bir tokat gibi yüzünde patlamasından korkuyordu.

Dönüp pencereden odaya baktı. Yatakta uzanmış ve kendinden bir haber yatan adama baktı, kocasına… koca bir hiç görüyordu. Bir zamanlar benim için özelsin diyen, şimdilerde umursamaz bir yalanın sahibini…yalanı gördü… nefret birikti gözlerine, sigaranın ateşi parladı gözlerinde, kaç gece daha ölümün soğuk acısını yaşacaktı bu hiçliğin koynunda…

Ona baktıkça değişmeye kararlıydı ama değişmeye korkuyordu… neden korktuğunu bilmese de yine de korkuyordu. Genellikle sakin ve sabırlı olan mizacı, bu mevcut resmi gördüğünde kaskatı ve acımasız olabiliyordu…

Bu yeni adam hayatına girmeye başladığı andan itibaren her şey daha da kördüğüm olmuştu… kendine bir şans tanı, bir şans tanı diyen ses beynini kemirip duruyordu. Son günlerde kendinde anlam veremediği değişiklikler olduğunun da farkındaydı… acaba dedi; fark ediliyor muydu?

Güzeldi, gençti, yapabilir miydi?

Tutukluluğunu düşündü, aşabilir miydi?

Neden artık mutsuzluğunu kendinden saklayamıyordu?

Bu aşkın büyüsünün kendisini de içine almasına izin mi vermeliydi? yıllardır sorguluyor ve durmadan içinden geçenlerle gerçekler arasında mücadele ediyordu…

Başkası olsa yerinde nasıl davranırdı? Alıp başını gider miydi? Yoksa kalıp mevcut şartlarda yaşamaya devam mı ederlerdi? Kaçı kendini anlardı… onun gibi düşünürdü… Her bir verilen karar başka bir vazgeçiş değil miydi?

Kabul görmüş bir düzene söz söylemek ne değiştirebilirdi ki; elalem ne der acımasızlığıyla yaratılan, fakat dışarıda dayatılan pembe tabloların, korkularının arkasındaki çirkinlikleri gidermediğini, acılarını dindirmediğini görüyordu…

Kendisi olmak için söz verdi kendisine, bu hayatın böyle devam etmesine izin vermeyeceğim dedi. Yaşanan, ama yaşandığı inkar edilen gerçekleri, tüm çıplaklığıyla açığa çıkaracaktı….

Adam neredeydi şimdi? Acaba onu düşünüyor muydu? Yaramaz bir kız çocuğu gülümsemesi aldı yüzündeki öfkenin yerini… aslında duymaktan korktuğu, çekindiği sözleri duymak istiyordu…yaşadığı süreç hiçte kolay değildi. Değişmek istiyordu.

Haykırarak dile getiremediği özlemini, gecenin sesiyle bütünleştirip gözyaşlarıyla uykuya sığınmak istemiyordu. Tüm gerçekliğine, tüm hedeflerine, kendine verdiği tüm sözlere rağmen odanın kapısını açtı ve istemeden de olsa bir hiçliğin yanına uzandı…

İmkansızlığını biliyordu. Özlemin yoğunluğunu da… güneşin doğmasıyla yeni kapıların açılacağı umudunu besliyordu…

Ne diyebilirdi? Hangi sözcük, hangi cümle bütün bu yaşananları rahatlatabilirdi?

Kadın sürgün düşlerine sığındı ve yeniden umutlarına sarıldı…



Doğan ORMANKIRAN

30 Temmuz 2007 Pazartesi

ZOR BAKIŞ



Acılı halini gördüm dün gece

O gözleri gülen, yüzü gülen kız gitmiş

Yerine elleri ve yüzü buz kesmiş

Yüreğinden gözyaşları akan

Bir kız gelmiş karşıma

Bunların sebebi benim biliyorum

Yalnız doğru olanı yapıyoruz.

Bu gün olmasa eğer;

Yüreğinin tohumları yeşermeye başladığında

Yakalansaydın bu fırtınaya

Daha acılı olurdu inan.

Lütfen anlamaya çalış

Beni çok mu mutlu sanıyorsun?

Bundan zevk mi alıyorum sanıyorsun?

Seni tüm benliğimle arzularken

Duygulara ket vurmayı

Kolay mı oluyor sanıyorsun?

Bakma öyle sakin gözüktüğüme

Acımı sana göstermemek için zorlanıyorum

Yüreğimdeki sızının tarifi yok

Ama mecburuz ayrılmaya

Birbirimizin sevgi tarlalarını kurutmamak için,

Umutlarımızı yıkmamak,

Ve tüketmemek için yarınlarımızı, mecburuz..

Biz birbirimizde büyüyemiyoruz.

Toprağımız, suyumuz yada güneşimiz

Uyumlu olmadı, kabullenmedi birbirini.

Sevgi hastalarıydık ama

Aranan kan birbirini tutmadı

Tutmayacakta.

Erken fark ettik doğruları

Rüyalara dalmış iki aşıktık,

gözleri görmeyen doğruları.

İnan bana doğru olanı yapıyoruz.

Yerin gönlümün eşsiz bir köşesinde kalacak

Seni mutlu ve gülen gözlerinle anımsayacağım

Gidiyorum artık,

hoşçakal gönlümün güzeli …

hoşçakal.

Doğan ORMANKIRAN

26 Temmuz 2007 Perşembe

GEÇMİŞİ ARAMAK



Hayat eğer yinelenen anlardan ibaret ve sıkıcı bir hal almaya başlamış ise, masanın üzerinde üç beş satır karalanmış kağıtlar toparlanmak için gözlerinizin içine bakıyorsa, kitaplar, gazeteler, kesilmiş haber kupürleri sağa sola dağılmış ve bir pazar günü sendromu yaşanıyorsa… Bunaltıcı yaz sıcaklarının arkasına sığınarak toplumda genel kabul görür, slogan vari bir söylemle buralardan kaçmak gerekir diyorum.

Kaçtığım sen mi? Ben mi? Yoksa geçmişimiz mi? Bilemiyorum. İnsan kaçabilir mi geçmişinden? ya da geçmişi bırakır mı kendisini?

Aslında geçmişe dönmek istiyorum. Senin benimle olan, zaman ve sınır tanımaz geçmişimize…

Bendeki geçmiş, sana ait ama bendeki geçmişi olan şu an sen değilsin. Sen şimdi bendeki sana yabancısın. O eski günlere dönüp baktığımda çokta uzakta kalmayan yaşanan ne duygu dolu anlarmış diyorum. O masum, naif, içten şen şakrak kahkahaların yankılandığı bazı zaman yeri geldiğinde göz yaşlarını dökmekten esirgemeyen yüreği yüzündeki deli kızı, seni yad ettiğim geçmiş…

Kimbilir, şimdi sen nerelerdesin?

Onun, için belki, şimdi gecelerin bitmediğine inanmaya çalışıyorum, ışıkları kapatmıyorum, hala müziği açık bırakıyorum. İki sevgili arasında, iki arkadaş arasında yaşanan, anne ile kızı arasında yaşananlar gibi yaşam boyu süren ilişkiler toplamına benzer hikayeler miydi bizimde yaşadıklarımız…? Bir rüyamıydı tüm bu yaşananlarda, biri bizi bu rüyadan uyandırdı. Yoksa benim hayal dünyamın yansımalarımıydı. Sen var mıydın? Yaşamış mıydın?

Yine soruyorum yaşamış isen; şimdi neredesin? Olmak istediğin yerde misin?

Hayatıma girdiğin gibi çabucak kaybolup gittin. Başka yerlere gittim. Ne zamandır görmediğim insanları gördüm, onlarla konuştum. Alışveriş yaptım, gündüzlere vurdum kendimi ama değişen hiçbir şey yoktu. Hayat yalnızca ara sıra gizlenmemiz gereken rüzgarlarla mı dolu, onlardan korunabilirsek bunca acıdan da korunabilir miyiz?

Nerede bıraktın eski seni, nerede kaybettik. Hangi izlerle kapladın geçmişi de bu kadar görünmezsin. Geçmişini arayan bir insan olarak bizde eskide mi kaldık. Eğer bulursak seni saklandığın yada kaybolduğun dünyandan çekip çıkarabilir miyiz? Ya da çıkarmamıza izin verir misin? Ya da sadece bizim istememiz neyi değiştirir…

Ya şimdi, o ışık huzmeli pırıltılı genç hanımın yerinde; katı, vurdumduymaz yeni bir mevsimde gibisin. Otoriter, tavrı net, biraz anaç halinle geçmişe nazaran üç beş basamak birden atlamış yukardan bakışın… Bumu mutluluk.

Uyuyabiliyor musun vicdanın damarlarındaki kanı zehirlemeden? Beni bırak, kendine karşı Sende hiç vefa yok mu? Hayatında bir yağmur damlası kadar bile yerim yok. İşte ben buyum, son halim bu diyebiliyor musun yüzüme bakarak?

Yoksa sonu gelmeyecek sanılan dünyada, sende elbette kendince bahaneler bulabilir ve bunların arkasına sığınabilirsin.

Ben sana değil eğer o bedenin içinde yer alan varsa, geçmişin izlerini taşıyan yüreğe sesleniyorum. Yalan da olsa yalnız olmadığımı hissettiren sözlerini, gözlerini özledim… Herkesin görmek isteyeceği bir düş belki bu…

Yanlış anlaşılmalarımızı, tartışmalarımızı, alınganlıklarımızı, oklarımızı, kılıçlarımızı vs. bütün savaş silahlarımızı kuşanıp çatışmalarımızı anımsıyorum da. Dönüp o günlerden kalan yaralarıma bakıyorum… Ne çok sevmişim.Özlüyorum seni…

Seni saklandığın kuytulardan çıkaracak bir dua, bir büyü, olsa da yerine getirebilsem.

Geçmişle yaşamak ne kadar tutkuluydu bizim için. Sesimiz titrerdi… Yeni bir çağın alaturka söylemleriydik eskide kalan. Sanki şimdi büyümüş, tırtıl halinden güzel bir kelebeğe dönüşmüş gibisin. Ama ömrün kısa…

Bir araya gelemediğimiz, hep buluşmak adına hayaller kurduğumuz o yol üstü, hayal kahvelerinde içemediğimiz kahvelerin, kırk yıllık hatırında mı kaldı geçmişimiz.

Sitemkarlık değil, serzeniş değil, düpedüz özlemek bu… Adına sen ne dersen de, ne anlamlar yüklersen yükle, nasıl suçlarsan suçla… Ama gerçek bu bendeki seni özledim.

Tarihi bir zenginliktin ama sen reddi mirasçısısın bu günlerin. Göz nurunu, el emeklerini bir günde silip geçtin. Ne uğruna? Şimdi seni vicdani duygularına bırakıyorum. Adalet duyguna…

Sana aşkımı anlatabilsem sende hak verirdin bana…

Ödün kopuyor bir gün birileri gelecek taştan kalbinin içini açacak ve o pırıl pırıl dünyayı görecek diye. Belki de cezalandırılmamın nedeni budur, O kalbi görebilmiş olmak.

Sen beni anlamaktan vazgeçeli çok oldu… Sen içimde gizlediğim, bir kör düğümdün…

Belki de bu aşk için yanlış yerdeydik. Belki yaşamda seçtiğimiz yollar farklıydı. Belki de istemeden seçmek zorunda bırakıldık. Göze alamadığımız bu aşk yıllar geçtikçe de kalbimizi, kabuk bağlayan yaralarımızı yeniden yeniden kanatmaya devam edecek.

Sende benim için; baktığımda izi belli olan, zaman zaman eski anılarla tekrar sızlayan ama hep bende hatıra olarak kalacak güzel bir yaramsın…

Benim gibiler belki de artık yaşamıyordur. Kimbilir, belki bende türümün son örneğiyim geride kalan. Kendimizi herkese başka türlü sunuyoruz, anlaşılmaz parçalanmışlıklarımız, kimsenin, en yanımızdakilerin bile bilmediği bulanık düşlerimiz, küçük yalanlar, küçük oyunlarımız var.

Aşk; yaşanan bir problem mi, savaş mı, politikamı ki, strateji üreteceksin. İçinden geldiği gibi yaşayacaksın hesapsızca….

Kaçıp gelebilsem sana diyorum. Yolları bulabilir miyim? Söz veriyorum kendime ne olursa olsun, kaç olursa yıllardan, bir gün seni bulacağım.

Her şeyin bir sebebi olmalı mutlaka. Evet bir nedeni olmalı. Tekrar tekrar okuyorum sana yazdıklarımı, o kadar çok yazmışım ki arada bir yolluyorum. Gecelere bağlanmak istemiyorum ama sonsuz ve sensiz girdabın içinden de çıkmayı başaramıyorum. Hala küçük bir umut beklediğim için mi? Bu dünyada yaşanması imkansız olsa da, yüreğinin içindekiler kuytularından çıkıp, küllerinden yeniden canlanmayı başaracağına inanıyor… O salt bir duygu ile ölümcül bir sorunun cevabı gibi heyecan dolu…

Sevda dediğin; yağmursuz bir günde gök kuşağının çıkmasını beklemek ve o rengarenk gök kuşağının altından geçmektir. Bilmeni istiyorum ki ben sende gökkuşağını buldum.

Sevda dönüşü olmayan uzun uzadıya yolculuklara çıkmak gibi. Sevmeyi bilmediğin doğru ama söylemeyi ve hissetmeyi bilmediğine inanmıyorum. Bunları sana anlatmam neyi değiştirir bilmiyorum. Yaşadıklarımızın içinde neler yok ki; aşk var, arkadaşlık var, yolculuklar var, hayaller var…

Hadi gel, kimsenin bizi bulamayacağı, kimsenin bizi tanımadığı deniz kıyısında bir ev buluruz. Arkasına küçük bir bahçe yaparız. İçine domates, biber vs dikeriz. Her sabah sahilde yürüyüşlere çıkarız. Balığa çıkar, gün batımını birlikte seyrederiz. Uzun uzun sohbetlere dalarız.

Konuşurken gönlümüzü doldurduğumuz zamanları özlüyorum. Hayat öylece avuçlarımızdan kayıp gidiyor. Müdahale edemediğimiz zaman sürekli aleyhimize işliyor. Her yeni güne uyandığımda seni bir daha görebilecek miyim diye acaba ya göremez isem diye korkuyorum.

Oysa ben; hala bir gün çıkıp ben geldim diyeceğin umuduyla adımlıyorum kaldırımları. Belki karanlık bir sokağın içinde, belki bir köşe başında gözlerindeki o masumane bakış, yüzünde o ince tebessümle ben geldim diyeceğin anı bekliyorum.

Sabaha karşı kuş cıvıltılarının kulakları yaladığı o erken saatlerde güneş henüz uyanmamışken, Sessiz bir filmin hüzünlü bir karesinde yalnızlığımın adımlarını atmaya devam ediyorum.

Yinede her gün, her sabah, bendeki eski seni bulacağım umuduyla yürümeye devam edeceğim.

Bilsen ne kadar önemli yerin var hayatımda…


Doğan ORMANKIRAN

ADSIZ



Kış yüklenmişken tüm beyazını dallara, saçaklara ben hala siyahı taşıyorum göğsümde. Beyazı seviyorum belki ama bugün beyazlamıyor yüreğim. İlkel bir acı gibi düştü gölgemiz sokaklara. İniş çıkışlarıyla buzlu bir yola döndü hayat ve üzerinde durmak maharet istiyor.

Kimse öğretmedi bana hayata tutunmayı, kimse öğretmedi karda yürümesini...

Sen biliyor musun? Bilsen de öğretir misin?

Yabancılaştım bu şehirde, ellerim kollarım tutmuyor, ayaklarım tanımıyor kaldırımları... Ben buraya ait değilim.Bulduğum yerde yitirdim seni, şimdi gitmek isteyip de gidemediğim, gitmek isteyip de bilmediğim yerdeyim.Neresi burası seni bulduğum yer mi yoksa seni kaybettiğim mi? Düştün belki de, içine düştüğüm koca bir düş, koca bir dünya...

Oysa, gidip heybeme senin için yıldızları dolduracaktım. Bir Eylül akşamında yakacaktım hasretin fenerlerini...

Kimsin sen? nesin? nerden gelir, nereye gider yolun? kim bilir hangi mevsimin çiçeğisin? hangi kırda, hangi bahçede, hangi gönülde yerin?

Şimdi karakış önümü kesiyor ama biliyorum bir cümlen yeterdi içimi ısıtmaya. Hep olmayacakları mı ister insan? Hep olamayacakları mı düşler?

Tik takları başımda uğulduyor zamanın. Bitmek bilmiyor bu kış mevsimi ve durmadan yağıyor bu amansız tipi. Düşüp kalsam bir köşe başında, buzdan bir heykel olsam. Mendil bağlasalar kollarıma, dilekler tutsa sevdalılar. Bir zaman ne sevmiş diye ad yapsalar beni sevdalarına...

Bir gün sende gelip dilek diler misin? sende bakar mısın kar dolmuş saçlarıma?

Ben seni ad yaptım sevdalarıma ama şimdi gitmek en çok bana yakışıyor galiba... Eğer biri gitmek zorundaysa sen kal ben gideyim şimdi. Gitmeye alışan biri daha duramıyor. Durdurmuyorlar deli kız. Dursam da varlığımdan seni anlarlar, seni tanırlar diye gitmeliyim. Tanırlarda soru sorarlar, sorarlarda seni bulurlar diye gitmeliyim.

Bırakalım bir adım olmasın, varsın adsız desinler benim için. Çünkü ben hep adsız yaşadım. ama sen hep hatırla adımı.

Ne desem az, ne desem fazla, ne desem yersiz ve yetersiz. Ne yaparsan yap susuzluğum içimde saklı, ne desen ısıtamazsın içimi. Bu yüzden içimde bir fısıltı olarak kalacaksın. Kimsenin duymadığı belki de, senin bile duyamayacağın bir fısıltı.

Şimdi yollara düşme zamanı, sevdanı bavullara kaldırmalıyım. Gittiğim yerde açar mıyım? açmaya cesaretim olur mu bilemiyorum?

Gittiğim yerlerde sana benzer bir düş kurabilir miyim bilmiyorum? Belki de uzakta olsa, bir yıldıza takılıp uzaktan doya doya seyrederim. Senin bile henüz fark edemediğin güzelliğini.

Neden hep susuyordun? Neden hep susuyorduk? sevmesende bile, bir kelimenin esirgeneceği kadar tecride uğramış olamazdım. Bir dilenci sayabilirdin mesela, benim için olmasa bile acıyıp Allah rızası için bir kaç güzel söz söyleyebilirdin.

Sen her saçlarını taradığında saçından kopan bir telin yüreğimden koptuğunu anlamadın. Aynaya her baktığında gözlerinde parlayan ışığın ben olduğumu fark etmedin bile. Sen o kadar güzelliğine bağlanmıştın ki;

Yanında dolaşan bir gölge olduğumu anlayamadın.

Gitmekle kalmak arasında ince bir çizgide şimdi yüreğim. Sevgililer gider hep, hepte gittiler. Hayat hep devam ediyor bazen içinde, bazen kıyısında dünyanın. Ama düşlerin en güzelinde çıktın karşıma, yürüdüğüm düş bahçeleri beni sana taşıdı.

Düşümde öğrendim sevdalanmayı ve geç fark ettim sevgimin bir sevgi yarattığını...


Doğan ORMANKIRAN

25 Temmuz 2007 Çarşamba

FİLDİŞİ KULESİ


Her yanı, her insanı, kendine benzeyen bir şehirde ay’ın son dördüne düşmüş gibiyim. Ne çok kutsal değerler bir çırpıda çiğnenip tüketiliyor.

Bazen öyle bir hiçlik içerisine itiliyorsun ki; zaman zaman coşup köpüren, ortalığı kasıp kavuran, kimi zamanda hüzünlenip köşesine çekilen, sürekli ruhu ile mantığı savaşır gelgitler yaşarsın… Nefesler tutulur sözler uçmasın diye … sonrada yırtarak karanlığı yeni bir güne koşmak istersin.

Bir erkek ve bir kadın…

Nedir onları bir arada tutan, nedir onları hem bu kadar zıt, hem de birbirine bağlı kılan…

Neden birleşemiyoruz? Yoksa uzak sevmeler daha mı özlenir, daha mı tutkulu yapıyor yaşadığımız aşkı?

Özgürlüğümüz yok bizim… Aslında senin özgürlüğüne değil, fırtınalara sürüklendi aşkımız… korkuların, yaralı geçmişin, savruk benliğinin dalgalarında beni kaybedip kaybedip yeniden buldun… O hırs, o bencillik, o fildişi kulelerde kendine tapan ihtirasın tutsağı olmuşsun.

İçtenliğin yok senin, kızdığım yada beklediğim bu.

Bütün bu koşarak sana gelmelerimin karşılığında uğradığım bu tecrit’in nedeni; ne yapalım? Başa gelmiş çekiyoruz, kader mi demeliyim? Yada dikkati davranışlarına, sözlerine verememiş ve bunu görmezden gelmeyi alışkanlık haline getirmiş… bunu daha fazla sürdürmemeli mi demeliyim?

İsyanlarımın çığlığı bu kimsesiz ömrüme saplandı hep, o kırılgan öfkem yalnızca kendi yüreğimi kanattı. İşte yaram kanıyor, bu kendimi avutma yalanlarının mührü gibi… daha nice isimlendiremediğim kırıklıklarım var sana karşı…

Sen yine bütün bunlardan belki bir haber, kendi dünyandasın ama yinede haksızlık yapmayalım. Adına cevaplaman için………………………………………………………………….bölümü bırakalım…

Yargısız infaz yapmak istemiyorum. Çektiğim acıların intikamını güdemem, sadece bu aşkla sana, hayata meydan okuyorum. Bu varlığının ifşasıdır. Bu varolan varlığının gizlenmişliğini, apaçıklığına kavuşturur…

Aşk duyarlılık gerektirmez mi?

Ardışık bir titreşim, ritmik bir nida değil midir kalbin çağıltısı… ? şuur aynasına vurmuş olan aşk. İnsanın arzusunu kamçılamaz mı? Ruhların lütfi idrak etmesi onu duyumsayabilme istemi yanlış mıdır? Aşkın tavında dövülmesi gerekmez mi? tıpkı bir demir gibi…

Aşk acısı, kalp kırıklığı, birini seviyorsun, ama o hep başkalarının yanında, iki sevgili olamadıktan sonra tek taraflı sevmek nereye kadar?

Dost kalınabilir mi?

Sana dair hiçbir sevginin karşılığını bulmuş değilim. Mavilerim öksüz kaldı. Hiçbir temasım dönüşünde “ah” fırtınası sağlamadı. Takılı bir düşsün aklıma, uykularım firari, her gün böyle yarım yamalak hüzün yüzüyor denizlerimde...

Umuyorum ki; zaman benim kendi yerimi sana elbet bir gün gösterecek ama, muhtemelen o an geldiğinde ben olmayacağım …

Artık savaş bitti…

Fildişi kulelerinde istediğin gibi yaşayabilirsin…



Doğan ORMANKIRAN

23 Temmuz 2007 Pazartesi

BİR GÜL’Ü SEVDİM



Hayatı bir gömlek gibi çıkarıp atsam üzerimden, yada sensizliği. Yollarımı değiştirsem her gün gidip geldiğim. Bastırsam tüm gücümle kanayan yaralarıma…

Unutabilir miyim?

Ölüme bir o kadar yakın, bir o kadar uzak… yaşarken ölmek… dindi sanarken yüreğinin acısı, içinizdeki boşluk her geçen gün büyüdüğünde anlıyorsunuz usul usul asıl ölümü…

El ayak çekilince gecenin gölgesinde bir düş gibi uzanmak istiyorum yüreğinin kuytularına… acemisiyim biliyorum, elim ayağım dolaşıyor… ilk defa seviyorum kendimden küçük, yüreği büyük birisini. Kırk yalan buluyorum her gün sözcüklerimden, ya anlarsa diye onu sevdiğimi…

Onu tanımak bambaşka bir dünya yarattı. Tıpkı hayatıma yazılmış bir önsöz gibi. Hala masmavi düşlerim var... ve hala masallara inanıyorum.. Asi ruhunun güzelliğiyle bütünleşmesi, kanatlarına sığınacak bir gökyüzü edasında… bir cennet bahçesi ve o bahçenin en güzel gülü…

Bir gül’ün gülüşüne vurgun… bir bülbülün çaresizliği içerisindeyim. Korkularımın korsan sevdalara dem vuruşu ondan… ona duyulan hislerimin ağırlığında, kendinden küçük birine sevdalanmanın “uygun” olur mu? tartışması hançer yarası gibi tırmalıyor yüreğimi…

Ne zaman tutuldum sana, ne zaman yayıldın içime, ne vakitlerde yağdı yağmurlar hatırlamadım. yürek anlar mı?, dinler mi? tutulmuşken bir sevdaya… firuze rengi sularda yüzen beyaz, kırmızı, siyah on yedisinde bir gül… bir düş, masal kahramanımıydı…

Neyimdi benim…

Beyaz bir güvercin havalanıyor yüreğimde… kıpır kıpır bir sevinç kaplarken içimi… bir bakıyorsun bir elim sıcak denizlerde, bir elim sarı sonbahar… kim bilebilir, belki de sis içinde bir yürüyüş…

Hoşuma gidiyor… ondan dinliyorum dünyayı… bazen bin yılı devirmiş tecrübe dolu, bazen yaramaz bir kız çoçuğu sözlerinde… bazen sanatın insan boyutunu dillendirirken, bazen bilmem hangi yontuların güzelliğinden bahsediyor.

Seni seviyorum diyebilir miyim…? desem ne olur, nasıl tepki verir… bende aynı şeyleri hissediyorum der mi? koşup sarılır mı boynuma? Yoksa hayır… bu olmaz mı der? olamaz mı?

Kim bilebilir şimdi…?

Hiç kimse misin? bilmem ki nesin…?

İçimdeki gizli bir fırtına, tutsak edilmiş bir sevgi, dillerin bıçak açmaz suskunluğu…karşımda bir gül…

Küçük kız sevebilir mi? sevmeyi biliyor mu? dener mi?

Belirsiz bir ilkbahar çığlığı, bir sürgün yeri bu ten sensiz… bu susuzluk ondan, bu suskunluk ondan… bu yanık ondan…. Bu coğrafyada yeni tohumlar ekebiliriz, yeni sözcükler verir yüreklerimiz. Dünyanın kabuğu çatlıyor ve yüreklerimiz birbirine değdi...

Aşk kaçınılmaz, yıktım tüm bilgeliklerimi… kalbim ağır, sevgimi anlatacak dinlesen… gözlerinde arıyorum hasreti. Gözlerin ateşle karlılaşması, gırtlağımdaki kuruluk, yüreğimdeki bu yanık… aşk diyebilirim buna…

Kızdım kendime bazen seni sevdiğim için, kalemimi kırdım, kağıdı parçaladım, hayatı çiğnedim… seni sevdiğimi inkar etmeye çalıştım… duvarları yumrukladım, sol yanıma hançerler sokuldu…

Sen hayalini kurduğum mavi bir ışıktın benim için, avucumda tuttuğum… elimi açsam rüzgar uçurur diye korktuğum mavi bir ışıktın… keşke seni hiç görmeseydim, keşke hiç sevmeseydim… ismini hiç duymasaydım…

Keşkeler fayda etmiyor ki;

Bak; yağmur nasılda yağıyor, şırıl şırıl sesi kulaklarda… her şeyde sen varsın… hadi vuralım kendimizi sokağa, ellerimizi yağmura açalım, sakallarım ıslanmış, sensizliğin ızdırabı ile göz yaşlarım inerse anla ki yağmurda mesudum…

Sen şimdi başka şehirdesin, kesme dediğim siyah saçlarını bırakmışken rüzgarlara, dolaşırken şehrin caddelerinde, hiç aklına geldiğim oluyor mu? Soğuk şimdi bu şehirler, soğuk ve sensiz, ellerin ve saçların yok yanımda ve o bir türlü bakmaya cesaret edemediğim gözlerin…

Fethedilmiş ülkelerin, fethedilmiş semtlerin, fethedilmiş hükümdarları geliyor aklıma…

Ve içimde yeni bir gün uyanıyor… haydi tut elimi küçüğüm

Sesime ses ver…



Doğan ORMANKIRAN




SEN GİBİ



Geçen gün resmini çizdim
Ama benzemedi sana
Sonra saçlarını değiştirdim
Yine benzemedi
Gözlerindeki bakışını değiştirdim
Kağıttaki sen değildin yine
Sonra yüreğimi çizdim
Yaralıydı senin gibi…
Birazda kanattım inceden
İşte tıpkı sen gibi…


Doğan ORMANKIRAN

13 Temmuz 2007 Cuma

KİMBİLİR


Zamana mı yoksa,

sana mı yenik düştüm?

Bilmiyorum...

İnsan kendisiyle başbaşa kalınca anlıyor.

Şu geçen tren değilmiydi beklediğimiz.

Adı üzerinde geçti işte

Yine yanlış zamanda, yanlış yerde

Durduğum için.

Kimbilir bu kaçıncı tren

Ve bu kaçıncı bekleyiş?

Saati dakikalara bölsem.

Dakikaları saniyelerine

Ve en ufak dilimine kadar

Parçalasam zamanı

Ne geri getirebilir ki unutulmuşluğu

Ne kazandırabilir ki vazgeçilmişliği

Ne bozabilir ki suskunluğu


Doğan ORMANKIRAN

ÖZLEYİŞ

Uzun zaman sonra

İlk defa soluyorduk birbirimizi

Ben onun gözlerine daldım.

O beni saçlarımdan yakaladı

Ben nefesini beklerken kulaklarımda

O beni ciğerlerine çekti.

Dilsizde anlaşabiliyorduk.

Uyumadık sabaha kadar

O elini yüreğime koydu.

Bende elimi onun yüreğine

Yoruldu düşler...

Kırılgandı bedenler

Yoksundu sözler.

Ve susmak

En doğrusuydu.


Doğan ORMANKIRAN

AKUSTİK BİR SES, TILSIMLI BİR DOKUNUŞ…


Evrene son dönemlerde iyi tohumlar ekilmiyor. Her şeye rağmen yaşam mücadelesi devam ediyor…İyi ve kötünün savaşı…
Yenileşme, çağdaşlaşma, yaratıcı olma pazarlama ve bütün bu bileşkelerin sonucunda global bir oyunun ortasındayız.
Kötülerin en iyi yaptığı; yüzyıllardır, binyıllardır becerdikleri kamuflaj… İnsanları bireyselleştirdiklerini ve özgürleştirdiklerini söyleyenler.Evet!Pazarlama kamuflajı içerisinde aslında onları nasılda tek tipli varlıklara dönüştürüyorlar. Kabul edilmesi zor olsa da galiba, içinde bulunduğumuz 21 yy. kötülerin çağı olarak görünüyor.
Çünkü kötü’ nün kötülüğün karşısındakiler ya yeterince mücadele etmiyorlar, edemiyorlar yada ettirilmiyorlar ki; başka bir deyişle de kendi kaderlerine yine kendilerini terk ederek olan biteni kabulleniyorlar.Bu “ettirilmiyorlar” kötünün baskısı altında sıkışmış olduğumuzu üzülerek gerçeklik boyutuna taşıyor.İyilere sesleniyorum…
Yüreğinin bir köşesinde vicdanın kırıntılarını taşıyan iyilere seslenmek istiyorum.
Modern dünyanın teknolojisi bozuk paraların çoğalmasını sağladı. Tıpkı insanlarında bozuk paralar gibi aslında ruhen harcandığına şahit oluyoruz. Yani… her bozuk paranın karşılığında satın alınabilecek bozuk bir sistemin insanları var. Hem de bozuk para kadar ederi olan zümreler yaratılarak. İnsanları bu kadar alçaltan ve bu kadar gurur seviyesi sıfır çeken canlılar haline dönüştüren bozuk sistemi maalesef ki kötüler yönetiyorlar.
Çünkü, kulaklarını da sağır ettiler insanların, gözlerini de ve beş duyuları da yavaş yavaş ellerinden alınıyor… kelimeler anlamını yitirdi… sözcükler tükendi.
İyileri harekete geçirecek tek şey ise içsel çağrıları yani kötülere karşı gelebilecek vicdani sesleri…duyabilir miyiz?
Ateş ve toprağın savaşı devam ediyor. Ve toprak alabildiğine bir yangın içinde… Etrafta bu kadar ateş varken. İnsanlar üzerlerine benzin dökerek dolaşıyorlar…Her an bir kıvılcım yayılabilir.
Nerede? Dünyanın herhangi bir yerinde; Ne dil, ne din, ne ırk, ne cinsiyet, ne de yaş ayrımı yapıyor. Kimi yakalarsa, içten içe yakıyor…
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu/Her şey naylonlandı o kadar…İnsanlar, aynı kaderi, aynı inancı paylaştığı kardeşiyle saf tutar…Şimdi saf tutma zamanı…
Ulusumun, milletimin, halkımın, kardeşimin, dostumun, adını nasıl telafuz ediyorsak bu ülkenin içinde bulunduğu durumun, maruz kaldığı baskıların sancısını duyanlar ve içlerinde vicdanı olanların saf tutma zamanıdır…
“ İyiler her türlü inançtan yoksun. / Oysa yoğun bir tutkuyla esrik kötüler.” (W.B Yeats)“ ,
"Neler yapmadık şu vatan için. Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik.” (Orhan VELİ)
Neler yaptık bu vatan için çok değil daha dün gibi yoktan varolmadık mı?
Bugün için nutuk söylüyorlar.Bırakın, bırakalım artık nutuk dinlemeyi…
Şimdi…Akustik bir ses, tılsımlı bir dokunuş zamanı.
Doğan ORMANKIRAN

12 EYLÜLDE AŞK VE BEN ÇOCUKTUM.

Kavuşamayan köprülere, yollara döndü son zamanlarda aşklar, yada iki inatçı keçinin karşılaşmasına döndü. Ne gitmek, ne kalmak ve ne de yol vermek. mümkündü bu sevdada.
Unutulmaya yüz tutmuş albümleri çıkardım sandıklardan, tozlanmış resimleri gördüm. Çocukluğuma ait bır sıyah beyaz fotograf, o donemde çekilmiş. Çizgili pijamalarla, yelekli sevecen bir çocukmuşum, hala gözlerinde bugünün saflığı dolu . Galiba o günden bu güne değişmeyen tek şey gözlerim olmuş.
Ne günlerdi onlar, o gün için macera, bugün ise anlatılan ne acıklı dönemlermiş. Ne kayıpmış ömrümüzde.İnsanların birbirini kasıp kavurduğu bir dönemde çocuk olmayı öğreniyordum. Adını sonradan beynime kazıdığım isimleri ilk o zaman duymuştum. Silah, jandarma, polis, politika hep o zaman girdi yaşamıma.
12 eylülün çocuğuydum çok sonra anlıyordum o günlerin ne olduğunu da... Çünkü çocuksu oyunlarım vardı. Jandarmaydım, polistim, kaçandım , kovalayandım. Çünkü gördüklerimi oyunlarıma döküyordum...
Ve aşkı da o zaman çocuksu tanıyorduk oynadığım kız arkadaşımdı Aşk. Ona duyulan özlemdi. Birlikte geçirilen saatlerde oynanan çizgi oyunuydu. Kör ebe, kapıyı bezirgan başıydı aşk. Ama adının aşk olduğunu şimdiki gibi bilmiyordum. Tanımıyordum.
Ekmek 25 kuruştu, gofret 1 lira, aspirin 2.5 liraydı. Hayat bir çocuğa göre çok ucuzdu. Annemin başı ağrıdığı gün, karların içinde kaybetmiştim 2.5 lirayı, o zamandan kalma karlara karşı bir soğukluğum vardı. Birde Asprin alamadığım için, anneme karşı elimden gelmeyen ezikliğim.
Delice bir dünyaydı hayat, kavgalar silah sesleri, gün ve gün koşturmalar ve kovalamacalar oluyordu. Ben çocuksu bir oyun sanıyordum hayatın henüz bilmediğim gerçeklerini... yine annemin kulaklarımda çınlayan sözleri; ne sağcıyım, ne solcu yoldan geçen yolcuyumdu, Bilmeden tamam anne dediğim.
O zamanlar, aşk ne demekti, nerden alınırdı. Onu bilmiyordum çocuk zamanlardı. Mavi uzun, kulaklarıma inen annemim ördüğü başlık vardı hep kafamda. Anne eli gibicak tutuyordu beni. Bu sevgi, olabilir miydi. Fakat yine hayat kendi oyununu oynamaya devam ediyordu. Çocuk halimle müdahale edemediğim günlerdi. Bayramları bile hatırlamaz olurduk. Oysa bayramlar bizim para kazanma zamanımızdı, şeker topladığımız, el öptüğümüz, pırıl pırıl bayramlıklarımızı giydiğimiz günlerdi. Ama şekerli, çikolatalı günlerdi cebimize doldurduğumuz.Geçici sevinçti, kandırmacaydı. Gece gelen kurşun seslerini teksas, tommiks, hikayeleri zannederdik. Ve hep örümcek adamın yada mandrakenin kötülerle savaşacağını beklerdim...
Bilmiyordum polislerin her iki günde bir arkadaşımın babasını niçin gece yarısı evden alıp götürdüklerini. Polis, jandarma ve komşumuz amazgınlık vardı. Aralarında sürtüşme niçin olduğunu bilmiyordum çocuksu dünyamda. Eski sinemanın bahçesinde oynamaya başlardık Polisliği. Abim ve ablamın gelmesine kadar geçen zamanda. Okulu merak ederdim. Gizlice giderdim okul bahçesine niçin beni içeri almıyorlar diye ağlardım.
Yaşın küçük derlerdi. Niye ben büyüğüm derdim. hatta ben yüze kadar saymayı biliyordum o zamanlar, aşıdan korkmuyordum. Çat-patta patlatabiliyordum korkmadan.. Kalem açmayı da biliyordum. Ama okula niye alınmadığımı bilmiyordum. Ağlamalar vezlamalar fayda etmiyordu. Annem bir gofret parası verince susuyor, sevinçten okulu da unutuyordum. Babam hep uzaktı bana. Belki ev halkının hepsine de uzaktı ama ben daha çok içerliyordum yalnızlığımı.
Aslında o zamandan kalma bir alışkanlıktı her şeyi kendi başına bulmayı öğrenme teorileri, maytapları tellere bağlayıp patlatmaktı keşifler. Annemin buradan bir yere gitmeyin dediği yerlere gidip dönmekti maceralar. Yunus balığı Fliperı seyretmekti televizyonda siyah beyaz dünyada, bir çocuğun dünyasını birleştirmekti. Ve ben ne zaman onu görmeye gideceğim diye düşlerdim. Devrim kelimesi bile o günden kalmıştı aklımda arkadaşımın ismiydi. Ve kalemlerle onu çizmeye kalkışırdım kağıtlara, acaba jandarmalar duysa beni de götürürler miydi. Sen düzene karşı geliyorsun devrim yapıyorsun diye.
Yine bir kış günü o adımı koyan dedemin. Aramızdan ayrılışı çok acı gelmişti bilmesem de nere gittiğini, Ve hep gelecek diye bekleyişim çocuksu yollara göz dikişim ama dedemin gelmeyişi, anneme her sorduğumda dedem nerde diye. gelecek oğlum derken gözlerinden akan yaşlara anlam veremeyişimi şimdi çözüyorum.ilk kaybedişimdi o hayatta sevdiklerimi.ve sonra bir gece baskınını hala unutmuyorum. Amcamın Kıbrıs’tan getirdiği oyuncak tabancamı almışlardı ne olur ne olmaz diye. O zaman bir daha öğrenmiştim çocukça kaybetmeyi dedemin ölümünden sonra bu ikiydi çocukça yüreğime ır gelen. Bu acıların tohumuydu ekilen.
Bir çocuk bedenine ır, bir çocuk yüreğine maceraydı o günler anlam veremediğimiz, ama bir o kadarda heyecanlıydı. Caddelerde jandarmalar gezerken ben onu hikaye kitaplarımdaki dünyama benzetiyordum. Kimin niçin savaştığını ve niçin ağladığını bilmiyorum. Komşumuz zeynep teyzenin oğlu için neden göz yaşı döktüğünü de bilmiyordum. Özo gelin filminde de böyle ağlamıştı Zeynep teyze yusuf askerden dönmediği zaman özo gelin içinde böyle ağlamıştı. Ama 12 eylülle yada o günle bağlantısını kuramıyordum.
Çocuktum 12 Eylülde ilk Demirel, Ecevit adı bile o zaman kazınmıştı beynimde. Bugünlere geldim aynı isimler hala yine zirvede, Bahçe duvarının üstünden atlamaya çıkardık. Ve o kurşunun ağabeyimin saçlarını yalayıp geçişini görmek vay be diye sevinç çığlıklarıydı korkusuzca oyundu çünkü her şey bize göre, bizde elimizle tabanca yapıp dışın dışın diye ateş ediyorduk.
Şimdi bakıyorum geçen günlere her şey daha normal olmasına karşın, çocuksu dönemlerimde daha mutluymuşum 12 eylül yaşanan en acımasız günler olsa da geçmişte. Ben hep bir çocuksu yön buluyordum o geçen günlerde. Komşu kızı sevgi ablanın, Murat ağabeyle yazdığı mektupları taşırdık. Çok gizli derlerdi ve büyük bir sorumlulukla taşırdık ne için yazılmış olduğunu bilmediğimiz mektupları, Oyun gibi gelirdi. Sonra iki ailenin görüş yüzünden sağ ve sol yüzünden kavga ettiği günleri de gördük anlam veremediğim ne için kavga ettiklerine. Murat ağabey mahalleye gelirken sevgi ablanın elinirakıyordu köşe başında. Aşk’tı bu galiba, ama yasaktı 12 eylülde...
Şimdi hala aşk kelimesi gelince dilime hep yüreğimin bir köşesini korku kaplıyor acıtır diye, yasak diye, 12 eylül değil şuan günlerden ama öyle öğrenmiştik ya bir kere, hep dönüp dolaşıp geliyor bir yerlere.
Şimdi zaman geçti ve öğrendik galiba Aşk her zaman güzeldi 12 Eylül'de bile.
Doğan ORMANKIRAN.