26 Mayıs 2011 Perşembe

Whatever you see in me is what you have made me

You ask me why I do not write to you. But It’s been days I have been trying to write to you. You, my beloved darling, are the one I hide at the remote corners of my heart and watch you grow inside me, say how can I write to you? Should I write about the pain that is killing every day of mine after you have burned my soul ? Should I write about the fractures your absence caused in my room, the place where I hide your non-existence? Should I write about the cold face of the night I cuddled in everynight as if it were you? My beloved darling, you know I got hooked up with your heart and now you must say what I should tell to you.

You are not in here now but I know you hear me. Close your eyes and please listen to your heart for me. Now that you are gone; your abscence is a cold, dark, starless night for me … Your abscence is what you have left with me… and some pictures … I cry over them when I look at them to sooth myself. Your abscence is your letters you have written to me with your own hands and some saddening poems you have scribbled … your abscence is your messages you have sent in secrecy , the messages in which you have sent your heart. Now close your eyes and take a look at me. Whatever you see in me is what you have made me. So, say what should I tell to you …

I remember your leaving me one night withot a warning … and then, along time later, your coming back in tears and with screams in your heart. Your anger against life has mounted up. You thought the ones you said you loved dearly would be on your side. But when you realized it was nothing but a false presumption, you would come to me with your shy eyes saying “help me.” I was mad about you but you saw me as a harbour to shelter yourself only when you were heart broken or hurt. Even if I knew it, I would open my arms for you. You remained distant and told me about your loves with their eyes not on you ,but on others.

Broken hearted, I would watch you in surprise. Maybe in fatherly compassion, I would listen to you. You would tell me about the pain you were living through, about the wounds opened in your heart, and about the hopelessness in your face, then you would sob until your eyes were swollen. I would relieve your wounds without hesitation … and then you would leave without a warning. You would not even say you were going away. You would just leave me behind in a cold night, with my eyes resting in the distance and broken hearted.You would leave me behind along with my love, my madness and with my spirit always a rebellion and alieanated to this life. Me the one who cuddled up with night imagining it were you, me the one who felt the cold breath of the death at his neck, me the one whose eyes nailed to the ceiling and you would leave me behind with my new wounds you made on me. You would leave me behind when fires inside me was turning into ashes. Say what I should tell you my beloved darling, whatever you see in me is what you have made me.

As for me, I would remain silent … Things would pile in me more and more and I would remain silent because I could never hurt you. But on the other hand, I would write to you in pages. I would write letters where I hid my love and my heart at every line. Never sending them to you, I would pile them all. Just because I respected you and your life and your choices, I just didn’t , but rather couldn’t, send them. No matter what, I remained silent for your happiness. You left me behind whereas I became the one who prayed for your happines, and I remained silent.

Now close your eyes and listen to me because I can dare to say it just for once: love is not something what you carry on face but the deep wound you carry in your heart, my darling … and that wound is the medal you would wear with pride until the end of time. That wound is the one’s own self. That wound is the hope one grows for love. But you, for no good reason, loved the ones who were even crueler than life. You left me behind without hope, without breath, without you … You again left me behind broken and alone in the death inviting dark alleys of a cold city which was alien to me. The rebellion inside me was beating me inside only to bleed my own heart. Yours is not love but egoism. Our love was not swept away with your freedom but with storms … Among the tides of your fears, your wounded past, your carefree life, you lost me again and again and then found me. I healed my wounds with my love for you … For all the values I was truly attached to about life and love, I paid the price almost with my life. Now that the questions slowly meet with the answers, I know that nothing will break that persistence love in me. And that “illegal smile” in my heart will never fade away … You have been wanting me to write to you again for days, now tell me my beloved darling, what should I tell you.

Doğan ORMANKIRAN

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Bende Gördüğün Ne Varsa; İşte O Senin Eserin

Bana neden yazmadığımı soruyorsun. Oysa ben günlerdir sana yazmaya çalışıyorum. Yüreğimin en ücra köşelerinde özenle saklayıp büyüttüğüm canım sevgili söyle sana neyi yazayım?Ruhumu yaktıktan sonra, günlerimi harap eden, o acıyı mı? Yokluğunu sakladığım odamın duvarlarında sensizlikten oluşan çatlakları mı? Yenik düşmüş savaşçı gibi, göçebe bir yanımla, sen diye her gece koynuna girdiğim gecenin soğuk yüzünü mü? Yüreğimin öbür yarısı canım sevgili… söylesene sana neyi anlatayım?



Şimdi burada yoksun ama beni bir yerlerden duyduğunu biliyorum. Biran olsun gözlerini kapatmanı ve benim için yüreğini dinlemeni istiyorum. Bak yoksun; İşte yokluğun benim için hüzünlü, karanlık ve yıldızsız bir gece... Yokluğun bende kalan ve avunmak için bakıp bakıp ağladığım resimlerin... Yokluğun yazdığın mektupların, birkaç satırlık karalanmış hüzünlü şiirlerin… yokluğun gizli saklı çekilmiş, yüreğini yazdığın mesajların... Bölük pörçük uykularım. Ve şimdi kapat gözlerini bir de bana bak, bende gördüğün ne varsa; işte o senin eserin…



Bir gece yarısı habersiz çekip gidişlerini, uzun zaman sonra gözyaşları ve yüreğinde çığlıklarınla geri dönüşlerini… Hayata karşı öfkeleri birikmiş, sevdiklerim dediğin kişilerin zor anlarında yanında olacağını sandığın ama olmadıkları yanılgısını fark ettiğinde bana yardım et diyen o ürkek bakışlarını... söyle sana neyi anlatayım. Ben sana tutkundum ama sen ise sadece canın yandığında, kalbin kırıldığında sığınacak bir liman gibi görürdün beni. Ben ise bunları bile bile yinede kucak açardım sana. O hep uzağımda, fakat yüzü başkasına dönük aşklarını anlatırdın.



Öylece yüreği buruk hayretler içinde izlerdim seni. Belki de bir baba şefkatinde dinlerdim seni. Yaşadığın sancıyı, yüreğine açılmış yaraları, yüzündeki umutsuzlukları; kelimeler eksik, kelimeler yaralı, kelimeler cılız olsa da anlatır, sesin bir yağlı kurşun gibi delerken geceyi, gözlerin şişene kadar hıçkırıklar içinde ağlardın... Bir kez olsun itiraz etmeden sarardım yaralarını… Sonra hüzünlü yüzünü, sahte gülücükler kaplar, yalancı baharlara inanmış badem ağaçları gibi yine apansız çeker giderdin. Öylece soğuk bir gecenin koynunda ben gidiyorum bile demeden, uzaklara takılı gözlerle, boynu bükük bırakıp giderdin beni. Aşkımla, deliliğimle, bu hayata her zaman isyankar, her zaman yabancı ruhumla bırakır giderdin. Her gece sen diye koynuna girdiğim, ölümün o soğuk nefesini ensemde hissedip, gözlerim öylece tavana dikili saatlerce seni düşünen beni, açtığın yaralarınla bırakır… İçimin yangınları, külden köze dönerken bırakır giderdin.


Ben ise susardım… içimde biriktirir, biriktirir sana karşı tek söz etmeye kıyamadığım için susardım. Oysa sayfalarca yazardım sana. Her satırında sevgimi, yüreğimi gizlediğim mektuplar yazardım sana. Ama sırf sana, hayatına, seçimlerine duyduğum saygıdan dolayı gönder(e)mez biriktirirdim. Bütün yaptıklarına rağmen ben yinede senin mutluluğun için sustum…. Denizden gelen, o büyük dalgaların kayalara vurduğu gibi sürekli dövdün yüreğimi ama ben yinede sustum…



Şimdi kapat gözlerini ve beni dinle, bunu sana söylemeye ancak bir kez cesaretim var: Aşk yüzünde taşıdığın değil, yüreğinde taşıdığın o derin yara izidir sevgili… O iz, senin sonsuzluğa kadar gururla taşıyacağın onur madalyandır.O iz, insanın benliğidir. O iz, insanın aşk için beslenen umutlarıdır. Ama sen nedense, sana hep hayattan daha acımasız olanları sevdin.Beni umutsuz, soluksuz ve en kötüsü sensiz bıraktın… Beni yine kırık dökük bir halde, bilmediğim soğuk bir şehrin, ölümü çağıran o karanlık sokaklarında bıraktın. İçimi döven isyankarlığım yalnız kendi yüreğimi kanattı…


Sendeki aşk değil, kanma gülüşlerin yakamozuna aldanmış sadece bencillik… Senin özgürlüğüne değil, fırtınalara sürüklendi aşkımız… Korkularının, yaralı geçmişinin, savruk hayatının dalgalarında beni kaybedip kaybedip sonra yeniden buldun. Sana inanmış yüreğimi, parçalanmış düşlerimi sensiz geçirdiğim sürgünlerde sadece sana olan tutkumla tekrar topladım. Sana olan aşkımla sardım yaralarımı… Hayata dair, sevdaya dair inandığım bütün değerleri neredeyse hayatımla ödedim. Ama asla pişmanlık duymadım.


Şimdi sorular yavaş yavaş cevabını buluyor. Biliyorum ki, sana olan sevgimin inadı hiç kırılmayacak. Ve yüreğimdeki “ yasadışı gülümseyiş” asla sönmeyecek… Ben bütün bu çektiğim acılarımla, kendi kendime yaşamayı sürdürürken, bana neden yazmadığı soruyorsun…

Şimdi söylesene canım sevgili! Sana neyi anlatayım?

Ben gördüğün ne varsa; işte o senin eserin…


Doğan Ormankıran

21 Mayıs 2010 Cuma

HADİ GİT


Demlerken hasretini gün batımında

Aşk yasaklandı,

Şimdi bütün sözlerin tükendiği,

bütün nefeslerin tutulduğu,

o son yolculuktayım.

Sen anla(ya)madıysan suskunluğumu

Duymazdan geldiysen yüreğimin çığlığını

Hadi şimdi git

Seni anladığını sandığın yabancı kollara,

O yalancı baharlara durma koş

Düşte git sessizce

Bırak içimdeki çocuk öksüz kalsın

Bırak boynu bükük…

Hadi git,

Ardına bile bakmadan

Kalmasın gök mavisi düşlerimde

Varsın akmasın nil yeşili yüreğimde

Bir solukta ayrılsın yollarımız.

Tükendi şimdi tüm sevgiler.

Aşk ağır geldi,

Zaman durdu

Ve yalan vurdu sevdayı

Hadi git…

Doğan ORMANKIRAN

12 Şubat 2009 Perşembe

SENİ SEVMEK GÜZEL BE SEVGİLİ…

Ey Sevgili…

Hayatımın hiçbir evresinde planlamadığım aşk; öyle plansızca girdi ki hayatıma, bütün planlarım alt üst oldu… Ve ben diye başladığım sözlerim, ben diye devam ettirdiğim hayatım, birden bire biz oldu.

Şimdi bu bizi soruyorum. Biz kimiz sevgili…?

Gözlerini düşünüyorum şimdi… İki damla yaş süzülen, masumane bir bakışın derinlerinde yatan o gizli imgeyi… Seni öyle görünce biliyorsun, dağılırdı benliğim.

Aşk'tan ve sevgiden uzak bütün bu kurulu düzen sürüp giderken, sen öyle yada böyle içini ta en derinlerine gömmüşken... Ve işte böyle idare ederken seni. O birinin bir gün gelip, içinin hiç dokunulmamış yerlerine dokunmaya başladığında, ne büyük korkuyla irkilir insan... Mutsuzluğa bir kez alışınca insan, mutsuz olmaktan değil, artık mutlu olmaktan korkar be sevgili...

Sana gel dedim be sevgili... Kaç defa gel hayatı birlikte kuralım. Gel, birlikte dokunalım yüreklere. Gel, olmazsa birlikte ağlayalım dedim be sevgili…

Gel, kokunu bırak hücrelerime. Gel de ruhumu hapset ruhunun derinliklerine… Gel de çoğalt, gel de yücelt beni be sevgili… Gel de devrim olsun yüreğimde… Gel ki, sana içimdeki seni gösterebileyim dedim be sevgili…

Bazen sebepsiz ve apansız gidişlerini, uzun sessizliklerini… ama sonra yüreğindekilerle geri dönüşlerini… “Seni seviyorum” deyişini özlüyorum be sevgili…

Bana gelmesen de, hatta hiç gel(e)meyeceğini bilsem de seni seviyorum. Çünkü, sen düş değilsin be sevgili… Sen benim öbür yarımsın…

Sana içimde ne sözler birikti, bir bilsen… bilmiyorsun içimdeki sancının kanayan yarasının derinliğini.

Ne zaman bir şeyler yazmak için kalemi, kağıdı elime alsam. Bütün yazılara hep seninle başlıyorum be sevgili. Senin adınla …

Sabah güneşten önce hala sen doğuyorsun gözlerime. Hala aynalarda senin yüzün. Hala evde senin kokun… Yokluğunda yağmurlar dindi yaşadığım şehirde ama senin sevgin dinmedi be sevgili…Hala sen yağıyorsun sağanak sağanak…

Rengarenk gölgelere büründük. Gölgelerin en güzeli mavi olanıydı. Ve mavinin en güzeli sendin be sevgili…

Sana içimde ne sözler birikti, bir bilsen… Şimdi söyleyecek söz bulamıyorum. Sen bana yalnızlığımı bile sevdirdin be sevgili…

Hadi elini sol kaburganın altına koy, bak nasılda çarpıyor… İşte o denli yakınsın bana…

Peki, nereye kadar bu korku…? Nereye kadar bu kaçış…?

Bilmelisin ki; Seni sana rağmen hala çok seviyorum…

“Seni sevmek güzel be sevgili…”


Doğan ORMANKIRAN

2 Ağustos 2007 Perşembe

SÜRGÜN...


Yorgundu; geçmişin ve gerçeklerin arasında nefes almaya, yaralarını sarmaya çalışıyordu. Denizin içine düşmüş ve nefes almak için ağzını açmaya korkuyordu. Ne kadar kalabalık ve ne kadar yalnız olduğunu tüm hücrelerinde hissediyordu. İçini acıtan gerçekleri mecburen ya da kader diyerek yine içine atıyordu. Gerçekleri kabullenmeye, üzerini örtmeye çalıştıkça da yaraları kanıyordu.

Yorgundu; korkuları, nefretleri, kinleri olduğu için yorgun ve öfkeliydi. Ama düzene ayak uyduruyordu. Yüreğini yaralayan, birbirine geçmiş derin çizgileri vardı… büyük bir suskunluk içinde derin derin düşüncelere dalıyordu. Sustukça çoğalıyor, çoğaldıkça depreşen ve beynini kemiren sorulara cevaplar arıyordu.

Varoluşunun, ama buna karşı elinden bir şey gelmeyen yılların verdiği hiçliğinin acısıyla yorgundu… evlenirken hangi hayalse kurduğu, hangi hayalse uğruna yıllarını verdiği, hangi sevgiyse henüz tadını bile keşfedemediği, artık içten içe başlamıştı.

Biriktirdiği ataerkil kültürün baskıları sonucu evet dediği rüya; bugün için sona ermişti…artık kendi başına çırılçıplak ve tamamıyla savunmasızdı. Hayatında hiç bir şeyi değiştir(e)meden geçirdiği bunca yılın, iç bunaltan birikimi ile bocalarken kesişti yolları gerçek sevgiyle. Uzun süredir, devam eden evliliğinin, gün be gün tükendiğini hissetmiş, tek düzeliği ile devam eden yaşantının akışında boğulmuş mutsuz bir insandı…

O bütün bu acıları iç dünyasında yaşarken, dış görünüşünde gayet mutlu bir evliliği var, görüntüsünü topluma karşı daha da berraklaştırmaya çalışıyordu. Ama koşulları kendi bile kontrol edemiyordu.

Bir yanda eşini, çocuklarını kaybetmemek, ama beri yanda da yeni bir sevda ile kendini, kadınlığını yeniden keşfetmek istiyordu… zaman ilerliyor ve ilerledikçe de masum yalanlara başvuruyordu. Kaybetmemek için… gerçeklerle yüzleşmekten kaçtığı için… kötü bir insan olarak görünmemek için masum yalanlara başvuruyordu.

Sevilmekten, sürgün edilmekten korktuğu duvarlarını yıkamadığı için… ne için, kim için? Yaşamak isteğini bilmediği için… geceleri çarpan yüreğinin sesinin duyulmasından korkuyordu… Geceleri yıldızsız, uykusuz ve gözyaşı dolu, nemli yastığına sarılarak avutuyordu kendini.

Yeni bir ten, yeni bir soluk arıyordu… ama ne bunu söylemeye, ne de istemeye cesaret edemiyordu. Bazen de bunları istemenin hakkı olmadığını, aşkın kendine yasak olduğunu düşünerek kendini suçluyordu. Bir yandan da garip bir ikilem içerisinde süre gelen hayatında yeni bir kıpırtı başlamıştı. Uyanmıştı yüreği…

Gün geçtikçe hırpalanan bir evlilik, birbirini yaralayan ve umursamayan bir ilişkiler toplamına dönüşmüştü. Kendine bile o masum yalanlardan söylemeye başlamıştı. Cennet ve cehennemi aynı anda yaşıyordu. Herkes kendini saklamak için çeşitli roller oynuyordu. Yaşadığı hayat oyuna dönmüş, samimiyetten uzak, yapmacık ve olması gereken mantığında bir ilişki sürdürüyordu sanki…

Düşünüyordu…

Öpülerek, günaydın diyerek uyandırılmayalı ne kadar zaman olmuştu. Taptaze kır çiçekleri almayalı… Bu gün ne yapalım, nereye gidelim diye sormayalı… bütün buna benzer eksiklikleri düşündükçe suskunluğu artıyordu. Bir an önce aşık olmak istiyor, aşk içinde yok olmak istiyordu…. yıllardır düşlerinde canlandırdığı aşk farkında olmadan kapısını çalıyordu.

Çok istemesine rağmen, “kim o” demeye cesareti var mıydı?
Geçen ve yaşanmamış sayılan bu yılların acısını bir başka yürekte, bir başka tende dindirebilirdi. Fakat toplumun kendine dayattığı, olgunlaşmış yuvayı yapan dişi kuş motifine ters düşmez miydi? Bir yanda yüreğini kasıp kavuran tutku dolu arzular…yeni bir fethin coşkusu… sevilme isteği… bir yandan da sıradan davranış kalıplarına sıkışmış, karmaşık duyguların içini doldurduğu ruhsal patlamalar yaşıyordu…

Yıllardır aradıklarının aslında kaçışları olduğunun bilinciyle kımıldayamıyordu. Gün geçtikçe gözlerinin ışığı azalıyor, suskunluğu artıyor, gözyaşlarına boğuluyor ve mutluyum yalanını sürdürmeye devam ediyordu. Ah ederek, az kaldı diyerek yeminler ediyor ama bir türlüde gerekli adımı atacak cesareti gösteremiyordu. Her şeyin bir zamanı vardı… ama zaman özlemi dindirmiyordu.

Kimin umurundaydı nerede olduğu, ne hissettiği, duygularını kim önemsiyordu ki… O böyle bir yaşam sürdürüp giderken kimse bugüne kadar onun yüreğine dokunamamıştı. Bir zamanlar neşe dolu, hayallerinin tüketilmediği, okşandığı, sevildiği anları gözlerinin önüne getirmek istedi… ama öyle çokta mutlu günü yoktu anımsanacak… İstese de geçmişi, o günleri geri getiremezdi.

Sabahın alacakaranlıktan sıyrılmasına yakın, doğruldu yatağından, balkona doğru yöneldi… Uyuyamamıştı bütün bir gece… nefes alamıyordu sanki, acılar, geçmişi sanki boğazına düğümlenmişti. Yüzüne doğru süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle siliyordu ama aslında hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu. Bütün içindeki ağırlığı boşaltana kadar ağlamak istiyordu. Rahatlıkla yaslanıp ağlayacağı bir omuz, gözyaşlarını silecek başka bir el istiyordu. Güvenle tutabileceği, sıkı sıkı sarılacağı bir el arıyordu.

Kendince yalana dönüşmüş yaşantısında, ısrarla tekrar edilen sorular ve cevaplarla sonu gelmeyen bir oyundu sanki… dışarıda esen rüzgar tenine değdiğinde içini titretti. Dikkatini topladı. Bütün bu yaşananlara ne zaman?, nasıl? son vereceğini sordu kendine.

Zamanı geldiğinde dedi, derin bir ah çekerek. Olasılık dahilinde, daha zamanı var der gibi… Becerememekten korkuyordu. Sigarasını yaktı, derin bir nefes doldurdu içine, sonra aynı tempoda birkaç kez daha tekrarladı bu iç çekişlerini…

Hiç kimsenin bilmediği ulaşılması zor bir yere, yolculuğa çıksam bu ruh halinden kurtulabilir miyim? diye düşünüyordu. Hiç kimsenin arayıp sormadığı, telefonların çalmadığı, hesap vermelerin olmadığı, doğayla baş başa kalabileceği bir kaçış gerçekleştirebilse değişebilir miydi?

Duraksadı, lanetler yağdırdı geçmişine, kadın oluşuna içerledi, erkek olsaydı belki de çoktan alıp başını gitmişti. Elini, kolunu bağlayan içinde bulunduğu duruma sinirlendi. Yoksa ulaşılmaz hedeflerin peşinden mi koşuyordu…? Bunalıma girmemek içten bile değildi… bir kaç ilaç alıp unutmalı mıydı tüm bu istekleri…? İşe yaramaz korkağın biri olduğunu düşünüyordu. Kendinden mi kaçıyordu, gerçeklerden mi? Her şey gerçekten iyi olabilir miydi? Ya o adam…

Farklıydı evet, ona tutulmuştu… ama gitmeye cesareti yoktu. Korkuyordu, gerçekten sevilmekten korkuyordu…mutsuzluğa alıştığı için, mutlu olmaktan korkuyordu…

Ya doğru çıkarsa tüm beklentileri, hayatın bir yanında mutluluğun da olduğunu keşfederse… tüm bu kendini kandırmaların sonucunda gerçeğin acı bir tokat gibi yüzünde patlamasından korkuyordu.

Dönüp pencereden odaya baktı. Yatakta uzanmış ve kendinden bir haber yatan adama baktı, kocasına… koca bir hiç görüyordu. Bir zamanlar benim için özelsin diyen, şimdilerde umursamaz bir yalanın sahibini…yalanı gördü… nefret birikti gözlerine, sigaranın ateşi parladı gözlerinde, kaç gece daha ölümün soğuk acısını yaşacaktı bu hiçliğin koynunda…

Ona baktıkça değişmeye kararlıydı ama değişmeye korkuyordu… neden korktuğunu bilmese de yine de korkuyordu. Genellikle sakin ve sabırlı olan mizacı, bu mevcut resmi gördüğünde kaskatı ve acımasız olabiliyordu…

Bu yeni adam hayatına girmeye başladığı andan itibaren her şey daha da kördüğüm olmuştu… kendine bir şans tanı, bir şans tanı diyen ses beynini kemirip duruyordu. Son günlerde kendinde anlam veremediği değişiklikler olduğunun da farkındaydı… acaba dedi; fark ediliyor muydu?

Güzeldi, gençti, yapabilir miydi?

Tutukluluğunu düşündü, aşabilir miydi?

Neden artık mutsuzluğunu kendinden saklayamıyordu?

Bu aşkın büyüsünün kendisini de içine almasına izin mi vermeliydi? yıllardır sorguluyor ve durmadan içinden geçenlerle gerçekler arasında mücadele ediyordu…

Başkası olsa yerinde nasıl davranırdı? Alıp başını gider miydi? Yoksa kalıp mevcut şartlarda yaşamaya devam mı ederlerdi? Kaçı kendini anlardı… onun gibi düşünürdü… Her bir verilen karar başka bir vazgeçiş değil miydi?

Kabul görmüş bir düzene söz söylemek ne değiştirebilirdi ki; elalem ne der acımasızlığıyla yaratılan, fakat dışarıda dayatılan pembe tabloların, korkularının arkasındaki çirkinlikleri gidermediğini, acılarını dindirmediğini görüyordu…

Kendisi olmak için söz verdi kendisine, bu hayatın böyle devam etmesine izin vermeyeceğim dedi. Yaşanan, ama yaşandığı inkar edilen gerçekleri, tüm çıplaklığıyla açığa çıkaracaktı….

Adam neredeydi şimdi? Acaba onu düşünüyor muydu? Yaramaz bir kız çocuğu gülümsemesi aldı yüzündeki öfkenin yerini… aslında duymaktan korktuğu, çekindiği sözleri duymak istiyordu…yaşadığı süreç hiçte kolay değildi. Değişmek istiyordu.

Haykırarak dile getiremediği özlemini, gecenin sesiyle bütünleştirip gözyaşlarıyla uykuya sığınmak istemiyordu. Tüm gerçekliğine, tüm hedeflerine, kendine verdiği tüm sözlere rağmen odanın kapısını açtı ve istemeden de olsa bir hiçliğin yanına uzandı…

İmkansızlığını biliyordu. Özlemin yoğunluğunu da… güneşin doğmasıyla yeni kapıların açılacağı umudunu besliyordu…

Ne diyebilirdi? Hangi sözcük, hangi cümle bütün bu yaşananları rahatlatabilirdi?

Kadın sürgün düşlerine sığındı ve yeniden umutlarına sarıldı…



Doğan ORMANKIRAN

30 Temmuz 2007 Pazartesi

ZOR BAKIŞ



Acılı halini gördüm dün gece

O gözleri gülen, yüzü gülen kız gitmiş

Yerine elleri ve yüzü buz kesmiş

Yüreğinden gözyaşları akan

Bir kız gelmiş karşıma

Bunların sebebi benim biliyorum

Yalnız doğru olanı yapıyoruz.

Bu gün olmasa eğer;

Yüreğinin tohumları yeşermeye başladığında

Yakalansaydın bu fırtınaya

Daha acılı olurdu inan.

Lütfen anlamaya çalış

Beni çok mu mutlu sanıyorsun?

Bundan zevk mi alıyorum sanıyorsun?

Seni tüm benliğimle arzularken

Duygulara ket vurmayı

Kolay mı oluyor sanıyorsun?

Bakma öyle sakin gözüktüğüme

Acımı sana göstermemek için zorlanıyorum

Yüreğimdeki sızının tarifi yok

Ama mecburuz ayrılmaya

Birbirimizin sevgi tarlalarını kurutmamak için,

Umutlarımızı yıkmamak,

Ve tüketmemek için yarınlarımızı, mecburuz..

Biz birbirimizde büyüyemiyoruz.

Toprağımız, suyumuz yada güneşimiz

Uyumlu olmadı, kabullenmedi birbirini.

Sevgi hastalarıydık ama

Aranan kan birbirini tutmadı

Tutmayacakta.

Erken fark ettik doğruları

Rüyalara dalmış iki aşıktık,

gözleri görmeyen doğruları.

İnan bana doğru olanı yapıyoruz.

Yerin gönlümün eşsiz bir köşesinde kalacak

Seni mutlu ve gülen gözlerinle anımsayacağım

Gidiyorum artık,

hoşçakal gönlümün güzeli …

hoşçakal.

Doğan ORMANKIRAN

26 Temmuz 2007 Perşembe

GEÇMİŞİ ARAMAK



Hayat eğer yinelenen anlardan ibaret ve sıkıcı bir hal almaya başlamış ise, masanın üzerinde üç beş satır karalanmış kağıtlar toparlanmak için gözlerinizin içine bakıyorsa, kitaplar, gazeteler, kesilmiş haber kupürleri sağa sola dağılmış ve bir pazar günü sendromu yaşanıyorsa… Bunaltıcı yaz sıcaklarının arkasına sığınarak toplumda genel kabul görür, slogan vari bir söylemle buralardan kaçmak gerekir diyorum.

Kaçtığım sen mi? Ben mi? Yoksa geçmişimiz mi? Bilemiyorum. İnsan kaçabilir mi geçmişinden? ya da geçmişi bırakır mı kendisini?

Aslında geçmişe dönmek istiyorum. Senin benimle olan, zaman ve sınır tanımaz geçmişimize…

Bendeki geçmiş, sana ait ama bendeki geçmişi olan şu an sen değilsin. Sen şimdi bendeki sana yabancısın. O eski günlere dönüp baktığımda çokta uzakta kalmayan yaşanan ne duygu dolu anlarmış diyorum. O masum, naif, içten şen şakrak kahkahaların yankılandığı bazı zaman yeri geldiğinde göz yaşlarını dökmekten esirgemeyen yüreği yüzündeki deli kızı, seni yad ettiğim geçmiş…

Kimbilir, şimdi sen nerelerdesin?

Onun, için belki, şimdi gecelerin bitmediğine inanmaya çalışıyorum, ışıkları kapatmıyorum, hala müziği açık bırakıyorum. İki sevgili arasında, iki arkadaş arasında yaşanan, anne ile kızı arasında yaşananlar gibi yaşam boyu süren ilişkiler toplamına benzer hikayeler miydi bizimde yaşadıklarımız…? Bir rüyamıydı tüm bu yaşananlarda, biri bizi bu rüyadan uyandırdı. Yoksa benim hayal dünyamın yansımalarımıydı. Sen var mıydın? Yaşamış mıydın?

Yine soruyorum yaşamış isen; şimdi neredesin? Olmak istediğin yerde misin?

Hayatıma girdiğin gibi çabucak kaybolup gittin. Başka yerlere gittim. Ne zamandır görmediğim insanları gördüm, onlarla konuştum. Alışveriş yaptım, gündüzlere vurdum kendimi ama değişen hiçbir şey yoktu. Hayat yalnızca ara sıra gizlenmemiz gereken rüzgarlarla mı dolu, onlardan korunabilirsek bunca acıdan da korunabilir miyiz?

Nerede bıraktın eski seni, nerede kaybettik. Hangi izlerle kapladın geçmişi de bu kadar görünmezsin. Geçmişini arayan bir insan olarak bizde eskide mi kaldık. Eğer bulursak seni saklandığın yada kaybolduğun dünyandan çekip çıkarabilir miyiz? Ya da çıkarmamıza izin verir misin? Ya da sadece bizim istememiz neyi değiştirir…

Ya şimdi, o ışık huzmeli pırıltılı genç hanımın yerinde; katı, vurdumduymaz yeni bir mevsimde gibisin. Otoriter, tavrı net, biraz anaç halinle geçmişe nazaran üç beş basamak birden atlamış yukardan bakışın… Bumu mutluluk.

Uyuyabiliyor musun vicdanın damarlarındaki kanı zehirlemeden? Beni bırak, kendine karşı Sende hiç vefa yok mu? Hayatında bir yağmur damlası kadar bile yerim yok. İşte ben buyum, son halim bu diyebiliyor musun yüzüme bakarak?

Yoksa sonu gelmeyecek sanılan dünyada, sende elbette kendince bahaneler bulabilir ve bunların arkasına sığınabilirsin.

Ben sana değil eğer o bedenin içinde yer alan varsa, geçmişin izlerini taşıyan yüreğe sesleniyorum. Yalan da olsa yalnız olmadığımı hissettiren sözlerini, gözlerini özledim… Herkesin görmek isteyeceği bir düş belki bu…

Yanlış anlaşılmalarımızı, tartışmalarımızı, alınganlıklarımızı, oklarımızı, kılıçlarımızı vs. bütün savaş silahlarımızı kuşanıp çatışmalarımızı anımsıyorum da. Dönüp o günlerden kalan yaralarıma bakıyorum… Ne çok sevmişim.Özlüyorum seni…

Seni saklandığın kuytulardan çıkaracak bir dua, bir büyü, olsa da yerine getirebilsem.

Geçmişle yaşamak ne kadar tutkuluydu bizim için. Sesimiz titrerdi… Yeni bir çağın alaturka söylemleriydik eskide kalan. Sanki şimdi büyümüş, tırtıl halinden güzel bir kelebeğe dönüşmüş gibisin. Ama ömrün kısa…

Bir araya gelemediğimiz, hep buluşmak adına hayaller kurduğumuz o yol üstü, hayal kahvelerinde içemediğimiz kahvelerin, kırk yıllık hatırında mı kaldı geçmişimiz.

Sitemkarlık değil, serzeniş değil, düpedüz özlemek bu… Adına sen ne dersen de, ne anlamlar yüklersen yükle, nasıl suçlarsan suçla… Ama gerçek bu bendeki seni özledim.

Tarihi bir zenginliktin ama sen reddi mirasçısısın bu günlerin. Göz nurunu, el emeklerini bir günde silip geçtin. Ne uğruna? Şimdi seni vicdani duygularına bırakıyorum. Adalet duyguna…

Sana aşkımı anlatabilsem sende hak verirdin bana…

Ödün kopuyor bir gün birileri gelecek taştan kalbinin içini açacak ve o pırıl pırıl dünyayı görecek diye. Belki de cezalandırılmamın nedeni budur, O kalbi görebilmiş olmak.

Sen beni anlamaktan vazgeçeli çok oldu… Sen içimde gizlediğim, bir kör düğümdün…

Belki de bu aşk için yanlış yerdeydik. Belki yaşamda seçtiğimiz yollar farklıydı. Belki de istemeden seçmek zorunda bırakıldık. Göze alamadığımız bu aşk yıllar geçtikçe de kalbimizi, kabuk bağlayan yaralarımızı yeniden yeniden kanatmaya devam edecek.

Sende benim için; baktığımda izi belli olan, zaman zaman eski anılarla tekrar sızlayan ama hep bende hatıra olarak kalacak güzel bir yaramsın…

Benim gibiler belki de artık yaşamıyordur. Kimbilir, belki bende türümün son örneğiyim geride kalan. Kendimizi herkese başka türlü sunuyoruz, anlaşılmaz parçalanmışlıklarımız, kimsenin, en yanımızdakilerin bile bilmediği bulanık düşlerimiz, küçük yalanlar, küçük oyunlarımız var.

Aşk; yaşanan bir problem mi, savaş mı, politikamı ki, strateji üreteceksin. İçinden geldiği gibi yaşayacaksın hesapsızca….

Kaçıp gelebilsem sana diyorum. Yolları bulabilir miyim? Söz veriyorum kendime ne olursa olsun, kaç olursa yıllardan, bir gün seni bulacağım.

Her şeyin bir sebebi olmalı mutlaka. Evet bir nedeni olmalı. Tekrar tekrar okuyorum sana yazdıklarımı, o kadar çok yazmışım ki arada bir yolluyorum. Gecelere bağlanmak istemiyorum ama sonsuz ve sensiz girdabın içinden de çıkmayı başaramıyorum. Hala küçük bir umut beklediğim için mi? Bu dünyada yaşanması imkansız olsa da, yüreğinin içindekiler kuytularından çıkıp, küllerinden yeniden canlanmayı başaracağına inanıyor… O salt bir duygu ile ölümcül bir sorunun cevabı gibi heyecan dolu…

Sevda dediğin; yağmursuz bir günde gök kuşağının çıkmasını beklemek ve o rengarenk gök kuşağının altından geçmektir. Bilmeni istiyorum ki ben sende gökkuşağını buldum.

Sevda dönüşü olmayan uzun uzadıya yolculuklara çıkmak gibi. Sevmeyi bilmediğin doğru ama söylemeyi ve hissetmeyi bilmediğine inanmıyorum. Bunları sana anlatmam neyi değiştirir bilmiyorum. Yaşadıklarımızın içinde neler yok ki; aşk var, arkadaşlık var, yolculuklar var, hayaller var…

Hadi gel, kimsenin bizi bulamayacağı, kimsenin bizi tanımadığı deniz kıyısında bir ev buluruz. Arkasına küçük bir bahçe yaparız. İçine domates, biber vs dikeriz. Her sabah sahilde yürüyüşlere çıkarız. Balığa çıkar, gün batımını birlikte seyrederiz. Uzun uzun sohbetlere dalarız.

Konuşurken gönlümüzü doldurduğumuz zamanları özlüyorum. Hayat öylece avuçlarımızdan kayıp gidiyor. Müdahale edemediğimiz zaman sürekli aleyhimize işliyor. Her yeni güne uyandığımda seni bir daha görebilecek miyim diye acaba ya göremez isem diye korkuyorum.

Oysa ben; hala bir gün çıkıp ben geldim diyeceğin umuduyla adımlıyorum kaldırımları. Belki karanlık bir sokağın içinde, belki bir köşe başında gözlerindeki o masumane bakış, yüzünde o ince tebessümle ben geldim diyeceğin anı bekliyorum.

Sabaha karşı kuş cıvıltılarının kulakları yaladığı o erken saatlerde güneş henüz uyanmamışken, Sessiz bir filmin hüzünlü bir karesinde yalnızlığımın adımlarını atmaya devam ediyorum.

Yinede her gün, her sabah, bendeki eski seni bulacağım umuduyla yürümeye devam edeceğim.

Bilsen ne kadar önemli yerin var hayatımda…


Doğan ORMANKIRAN